February 19, 2010

Kendini Bilmek:Servet Çetin ve Mustafa Sarp

Kendini bilmek her ne kadar klişe bir tabirde olsa, insanoğlu için öğrenilmesi ve tecrübe edilmesi en zor olgulardan birisidir. Çünkü bu süreç ha deyince olacak birşey değildir zira. Aynanın karşısına geçip ben kimim acaba? Ne tür davranış kalıplarım var? Hangi olaylar karşısında hangi mekanizmalar devreye giriyor? türünden sorular sorularak cevabı kolayca bulunabilecek bir durum değildir açıkcası. Bu sorunun cevabı interaktif bir süreç, kişinin oluşturmuş olduğu savunma mekanizmalarını indirip ilgi ve ciddiyetle, etrafındakilerin ve içinde bulunduğu çevrenin kendisine karşı vermiş olduğu tepkiler, tenkitler ve eleştiriler hakkında oturup düşünmesi ve bu tenkitlerin zamanla kendi hareketleri karşısında canlılık kazanması ile kısmen olabilir ve tamamiyle olması da biraz zordur.
Dün akşamki A. Madrid-Galatasaray maçını izlerken bu konu geldi aklıma açıkcası. Uzun zamandırda takip ettiğim maçlarda ve oyuncuların vermiş olduğu röportaj ve demeçlerde gözlemlediklerimin yazıya dökülmüş halidir bu.
Öncelikle Servet'le başlamak istiyorum. Servet sizlerinde bildiği gibi ilk geldiği sezon kendisinden beklenenin üzerinde, iyi bir performans göstermiş, yırtıcı ve kuvvetli bir defans oyuncusu izlenimi veren ,hava hakimiyeti de en azından savunma anlamında fena olmayan bir oyuncu durumundaydı. Servet'in göstermiş olduğu bu performans karşısında gerek Galatasaray'lı futbolseverler gereksede futbol kamuoyu Servet'in hakkını vermiştir. Bu sezon başlayıncaya kadar bende Servet için olumlu düşünceler içerisindeydim. Ancak Franklin'ın takımın başına geçmesi ve yoğun pas trafiğine dayalı bir hücüm sistemini takıma oturtmaya çalışması bizleri farklı beklentiler içerisine soktuğu gibi maçları ve oyuncularıda farklı gözlerle izlemeye başlamamıza neden olmuştur.
Servet defansta ortalama bir oyuncu olsada müthiş yeteneksiz ve kazma bir adam maalesef. Zira 2 metre önündeki/arkasındaki/yanındaki adama 10 tane pas verse en az 8ini  yanlış adrese yollayacaktır. Aslında kendisinden  beklenen çok basittir topu aldığı/kaptığı zaman en yakın ve müsait pozisyondaki arkadaşına aktarmasıdır. Kimse Servet'ten Pique gibi 70 metreden asist yapmasını yada oyun kurmasını beklememekte. Ancak Servet inatla tuhaf işler peşinde koşuyor nedense. Kanımca kendini bilmeyen ve kendisine çok fazla güvenen(kısmen ukala) bir topçudur. Ayağına her top geldiğinde içimi korku alıyor. Her pozisyonu tehlikeye sokmakta ve garip işler yapmakta bu arkadaş. Çalım atmaya çalışması, uzaktan şutlar, ara pası denemeleri vs. Bence bunlar bu kalibrede bir futbolcu için maç içerisinde ve özellikle riskli bölgede denenmemesi gereken hareketler. Öyleki Servet en azından ne/kim olmadığını bilse %100 eminim bu hareketlerin hiçbirisine kalkışmayacaktır. Adam daha topu normal şekilde servis etmesini bilmezken ayağının dışıyla pas vermeye çeşit çeşit hareketler yapmaya çalışmakta. Ayrıca Galatasaray savunmasının kötü ve dengesiz olmasının başlıca nedenidir. Kendisi kötü olduğu gibi yanında oynayan oyuncular içinde güven vermeyen ve onlarında performansını düşüren bir oyuncudur.
Gelelim Galatasaray'ın en büyük karın ağrısına. Mustafa Sarp. Zira bu futbolcu transfer edildiğinde benim için pek birşey ifade etmemişti. Bonservissiz ve ucuza oynayan bir oyuncu. Gerektiğinde TSL maçlarında kullanabileceğimiz bir adam konumundaydı benim gözümde.Ancak nasıl olduysa bu Mustafa adlı "vatandaş" formayı kapmış ve Galatasaray'ın değişmez oyuncularından birisi haline gelmiştir. Ne zamandır bu adam hakkında olumsuz düşünmemeye ve Franklin'e olan sonsuz güvenimden dolayı susmaya çalıştıysamda dün akşam bardağı taşıran son damla oldu. Adam tüm maç boyunca ortalama 3 ile 6 saniye arasında topla oynadığı gibi herhangi bir defansif ya da ofansif aksiyonunda içerisinde yer almadan hayalet gibi maçı bitirdi. Kendisi ilk yarı boyunca eleştirilen Elano'nun da beklenenin altında performasn göstermesinin ve Galatasaray'ın pas ftubolu ve rakip alana yerleşme konusunda çekmiş olduğu sıkıntının başrol oyuncusudur. Kötü bir futbolcu olması bir tarafa zekidir aslında kendisi. Gelir gelmez ve eline geçen her fırsatta ne kadar Galatasaray'lı olduğu konusunda dem vurur(yalan söylediğini kesinlikle iddia etmiorum ama iyi futbolcu olmak için bir kriter değildir benim için), her maç mücadele eder, koşar gibi yapıp birçok kesimden övgü alır. Ortalama maçlarda Mustafa'nın topla oynadığını, faydalı aksiyonlarda bulunduğunu görmek şöyle dursun her maç takıma zarar vermekte aslında. Çünkü sahada yoktur kendisi, top rakipteyken koşar gibi yapar, topu kaparsa ne ala, ki kapsada bizim için pek birşey ifade etmez çünkü olumsuz kullanacaktır.
Özellikle dün akşam sinir krizi geçirmeme neden olmuştur. Dünkü silik futbolun nedeni ne forvetsiz oynamamız ne de Dos Santos'un etkisizliği ya da Franco'dur. Durumun tek nedenidir Mustafa. Ancak bu oyuncunun takdir edilmesi gereken tarafı kendini iyi tanıması, ne yapıp ne yapamayacağını çok iyi bilmesidir. Zira ayağına top geldiğinde; ezip kullanamayacağını, ya da olumsuz kullanacağını bildiği için her zaman kendisine pas verilemeyecek noktalarda durur, takım ileriye çıkarken kaçacak deilk arar, taçlarda kullanan oyuncuya yanaşmaz, riskli pozisyonlarda inisiyatif kullanmaz çünkü kullanamaz ve tam olarakta bunun farkındadır. Adı "Rijkaard'ın cini"dir kimilerine göre ama  bana göre cin olmasına cindirde olumla manada bir cin değildir.
Galatasaray en azından önümüzdeki sezon ciddi hedefler peşinde olacaksa öncelikli yapması gereken en önemli iş bu iki admdan gerekirse hiç transfer yapmamak pahasına kurtulmaktır. Eminimki yoklukları dahi takıma extra değer katacaktır.
Bide eklemeden geçemeyeceğim diğer bir hususta bu maç spikerleri ve yorumcularıdır. Lan hödük, lan şerefsiz, lan dangalak sen kim köpek oluyorsunda maç boyunca Galatasaray'ın kaybetmesi için ekran karşısında dileklerde bulunuyorsun. Zaten güzel bir söz vardır(zaten atalarımız bize en çok sözlerini bırakmış) "itin duası kabul olsa gökten kemik yağarmış" diye. Keita da ermanı itin bitarafına soktu akşam Mustafa ve Servet'e rağmen.

February 18, 2010

Tutkulu Sosyoloji

"A. Game ve A. Metcalfe Tutkulu Sosyoloji adlı kitaplarında sosyoloji disiplininin ve üniversite düzeninin nasıl işlediğini cüretkar ama sağlam tezler eşliğinde gözler önüne seriyorlar. Üniversitelerde ne tür oyunlar oynandığını, ritüelleri ve ciddiyetiyle korku üreten derslerin, ödevlerin, sınavların, başarı ölçmekten çok hiyerarşiyi pekiştirdiğini, şenlikli bir sosyoloji öğretiminin önündekiengellerin neler olduğunu çarpıcı bir netlikte gösteriyorlar. Onlara göre mevcut öğretim ortamı öğrencileri bedenlerini ve duygularını unutmaya, onları soyut hakikatin doruklarına tırmanmaya çağırır. Ders kitaplarında ise yazarların otoritelerini güçlendiren ve öğrencileri güçsüzleştiren hikayeler anlatılır. Oysa boş bir sayfa olarak olarak görülen öğrencilerin de yazarlar ve öğretmenler kadar kadar hikayeleri vardır ve bu hikayeler gerçekliğin, olmazsa olmaz parçalarıdır. Öğrencinin bedeni, duyguları, aşkı ve nefreti, öğretim ilişkisinini can damarlarından biridir. Şenlikili bir öğrenme ilişkisinde yapılası gereken ise iyazmaktan haz almayı, okumayı bir serüvene dönüştürmeyi, konuşma/dinleme ilişkinie arzı katmayı, dersi oyun oyanr gibi dinleyip şarıkı söyler gibi anlatmayı, öğretim ilişkisine giren bedenler arasındaki erotik heyecanı hissetmeyi... becermektir."
Bu kitap, öğrencilerin ve öğrenci kalmaya yeminli olanların, hayatını gündelik iktidar çekişmeleriyle geçiren "bilim" bekçilerinin asık suratlarına attıkları bir tokat, akademik iktidara bir meydan okumadır.
Hayatına şiir katmak, öğretimi oyuna dönüştürmek, sevişir gibi okuyup, kulaç atar gibi yazmak isteyenlere de bir çağrıdır...Yanksını monoloğun iktidarına atılan tekme sesinde ve kantinde atılan bir kahkahada bulan bir çağrı...
Bu kitap 2010'da okuyacağım 3. satın aldığım ilk kitap...Kitapla alakalı tanıtımı; Zygmunt Bauman'ın "Sosyolojik düşünmek" adlı kitabında görmüştüm. Daha sonra sizin de yukarıda okuduğunuz tanıtımı üzerine almaya karar verdim ve aldım nihayetinde. Beni cezbeden yanı halihazırda sosyolojiye olan ilgim dışında "ömür boyu öğrenci kalmaya yeminli olanlar" tümcesi idi(conetmporary professional student).. Kitap bugün elime geçti ve okumaya başlamadım daha.. Madrid-Galatasary maçının ardından başlayacağım inşallah...Temennim odurki takımımız güzel bir oyun sergiler ve bende rahat rahat okumaya başlarım...

Post-materyalist tüketici karakteri ışığında futbol














Bu konuda yazma fikri sağ tarafta gördüğünüz değerli bloglardan birisinde(hangisi olduğunu aramama rağmen bulamadığım ve unuttuğum içinkendisinden özür diliyorum); hayal edilen takım kaptanı ve Eric Cantona'yla alakalı bir yazıdan edindim.
Geçtiğimiz 2 yüzyıl insanlık tarihi açısından müthiş sosyal dönüşüm ve değişimlere sahne olmuştur. Bir yandan fikirlerin ortaya çıkması ve halk hareketleri, 2 dünya savaşı, kapitalizm ve komunizmin rekabeti altındali soğuk savaş ve kapitalizmin göreceli zaferi. Tabi bu kadar kısır ve indergenmiş olmamakla birlikte çok karmaşık ve geniş bir olaylar silsilelisini arkamızda bıraktık. Özellikle ABD önderliğinde Batı'nın topyekün arkasında durduğu, zaman zaman vahşileşmiş kapitalizm hüküm sürsede daha sonra kendi öz evlatları tarafından vurulacaktı.
Eskiden insanlar ya da tüketiciler bir hizmet veya mal satın alırken ilgilendikleri yegane nokta alınan ürünün kendilerine sağlayacağı maksimum fayda veya sosyal statülerine yapacağı etkiydi. Ayrıca bireyselliği de unutmamak gerek; zira giyilen kıyafet, saç şekli en azından insanın dış görünüşü ile kendini ifade etme tutumuda önemli etkenlerdendi.
Ancak yaşanan bir dizi siyasi, ekonomik, felsefi ve ideolojik dönüşümler sonrasında kısmide olsa insanların tutumu, mal ve hizmetlerden veya en azından üreticilerden beklentisi gün geçtikçe farklılaşmaktadır. Bir kimse artık bir şeyi tercih ederken son günlerin moda tabiri marka değeri ya da kalitesi ile sınırlı olmayıp üretenin dünyaya verdiği katkı/zarar, üretenin ideolojik duruşu, milliyeti, dini de etkili olmakta. Bunların sonucu olarak şirketlerinde tutumlarında göstermelikte olsa ciddi değişiklikler ve yeni politikalar söz konusu. Örneğin "sürdürülebilirlik" adı altında firma ve şirketlerin çevreyle alakalı ve sosyal sorumluluk içerikli atılımlar yaptığını, reklamlarında bu konulara özellikle yer verildiğine şahit olmaktayız; kalitesiz pillerin çevreye verdiği zarar, toyota'nın yarı elektrikli gezegen dostu taşıtları vb şeklinde birçok örnek mevcut.
Görülen değişimin yönü sadece meta içerikli pragmatik isteklerden ziyade kişinin ruhuna ve fikirlerine hitap eden belirli sorumluluklar taşıyan mal ve ürünlere kaydığıdır. Belki bu şekilde genelleme yapmak ve kitlesel bir hareketmiş gibi göstermek an itibari ile erken olup kesin bir "doğru"luk ifade etmesede en azından böyle bir trendin olduğu tartışılmazdır.
Bu bilgiler ışığında futbola gelecek olursak, her ne kadar endüstriyel futbol ya da profesyonel(bu kavramla ilgili sorunlarım var benim) futbolcu kavramları futbolu işgal etmiş olsada, karakterden ziyade ingilizcede skills ile karşılığını bulan teknik ve yetenek belirleyici olsada, özellikle belli bir futbol kültürü ve kişisel gelişim sürecini tamamlamış kişiler açısında bunlar yeterli olmamakta. Artık futbolseverler(aslında çok mikro bir kitleyi kapsamakta) takımlarının yöneticilerinden, teknik adamlarından ve futbolcularından farklı beklentiler içerisinde. Türk futbolunda-pek beklenti demeye dilim varmıyo- artık gelenekselleşmiş, futbolun sınırlarını daraltan "efendim futbolcu gezmemeli, efendi olmalı, şöyle olmalı böyle olmalıdan" ziyade kişisel duruş ve tavırlar beklenmekte. En azından ben kişisel olarak takımımın kalecisinin vakit geçirmek için topu oyuna geç sokması veya bir oyuncumun vakit geçirmek ve oyunu soğutmak için sakatlık numaralarına kalkışmasındansa yenilmeyi tercih ederim. Zira futbol sadece vakit geçirmek adına eğlenceli bir program ya da arkadaşlarla muhabbet ederken bir araç olarak kullanacağım bir demagoji malzemesi değildir benim için.
Birçok taraftarın ve futbolseverin; belirli fikirleri olan, zaman zaman boyun eğmez bi yapıya sahip olan, zaman zaman entelektüel tutkuları olan veya sanat ve politikayla alaklı olarak muhtelif aktiviteleri olan futbolcuları tercih edeceğini düşünüyorum. Eminim futbolu alınacak 3 puandan fazla görenler Eric Cantona'yı Messi ya da C Ronaldo'ya tercih etmeyeceklerdir. Veya çiftçiliğiyle gurur duyan Jesus Almeyda birçok kişinin gönlüne adını altın harflerle kazıyacaktır.
Diğer taraftan sorunsal olan bir durumda-özellikle Türk futbolu adına- kulüplerin ve federasyonların futbolcuların yüzlerini silmeye çalışması. Bir futbolcunun medyada sıkça yer bulması ,özel hayatından(magazinsel anlamda demiyorum) kamunun bilgisinin olmasından son derece rahatsız olmaktalar ve bu konuda kısıtlamalar getirmekteler. Gerçi bu durumun bir kaç örneğine adada da tanık olmadık değil(Twitter,facebook vb.nin yasaklanması). Ama bu bizim için bir kıstas olmamalı bence. Futbolun ve futbola olan tutkunun oynayanlar ve izleyenler birbirlerine ne kadar yakın olursa o kadar gelişeceğini düşünüyorum. Temennim odur ki; önümüzdeki yıllarda bayrak oyuncular artar ve bizde onları tanıma şansına sahip oluruz.

February 15, 2010

Yabancılar

Biz ancak biz olmayan ötekiler, yani "onlar" varsa biz oluruz; ve hep birlikte onlarda bizim mevcudiyetimizle bir grup oluştururlar. Yabancılar istesekte görmezden gelemeyeceğimiz, ne düşündükleri ya da ne yaptıklarıyla ilgilenmediğimiz, bizlerin etki alanına girmeyen kimseler değildirler. Eğer böyle olsalardı hiçkimse olurlardı. Bu durum bizim kendimizi konumlandırmamız, kendimize biçtiğimiz rol, hayat algılamamamız konusunda belirleyici rol oynamaktadır. Eğer onlar olmasaydı bizi tehdit edecek, varlıkları ile hiç istemememize rağmen kendimizi sorgulamamızı, eksi ve artı yönlerimizi değerlendirip bir üst seviyeye çıkma veya standartlarımızı yükseltme eğilimi gösterme ihtiyacı duymayacaktık.
Yabancıdan kasıt sadece farklı bir milleten olup; farklı bir dil, renk ya da hareket biçimlerine sahip olmak demek değildir. Zira bu yabancılık yaşadığımız mühit, sosyal statümüz, ekonomik gücümüz, mensubu olduğumuz vakıf, dernek ya da parti ile de doğrudan alakalıdır. Ancak bu kadar özele inmeden Türk futbolundaki yabancı olmak ve yabancılara karşı tutumla alakalı birkaç şey söylemek istiyorum.
Son günlerde özellikle medyada yabancı oyuncu ve hocalara karşı "tavır" niteliği taşıyan bir tutum sözkonusu. Bilmiyorum belki daha öncede bu durum mevcuttu fakat yaşım ve futbola bakış açımın değişmesiyle paralel olarak bu durumun farkında ve bilgi sahibi değilim/dim. Şu son günlerde millli takım hocasının halen devam eden belirlenme sürecinde hemen hemen tüm medya ve spor ahalisi Yılmaz Vural özelinde yabancı hoca karşıtı bir tepki göstererek; yabancı hocaların Türkiye'yi anlamayacağı Türk futbol ve futbolcusunun farklı olduğu argümanlarını savunmuştur. Yalnız gözden kaçırılan şey acaba yıllardır milli takımları hangi etnisiteye ait olan hocaların çalıştırdığı gibi, gelecek antrenörün Türkiye'yi ve Türk insanının psikolojisini anlamaktan ziyade milli takıma yol gösterip doğru oyuncu ve taktik seçimi yapması gerektiğidir. Zira Akdeniz mentalitesine sahip İtalyan Capello'nun İngiliz milli takımı ile göstermiş olduğu form grafiği veya katı Alman disiplinine sahip Rehhagel'in zihniyet olarak bizimle müthiş benzerlik gösteren Yunanistan milli takımı ile kazanmış olduğu başarı ortadadır.
Bunun dışında Galatsaray'a transfer olan Dos Santos ve Jo hakkındaki yorumlarda pek iç açıcı değil. Kartal Spordan bir devre oynamadan sadece paf takımı ile antrenmanlara çıkıp sezon başı Galatasaray'a transfer olan Yaser Yıldız'a gerek Galatasaray' gereksede spor yazarları/yorumcuları/sülükleri camiası iki sezon sabretmiştir. Ancak Barcelona mezunu Premier Lig patentli 21 yaşındaki Dos Santos'a antrenör torpilli ,maç eksiği bulunan ,milli takımı için GS'da form tutmaya çalışan gereksiz bir oyuncu yakıştırılması yapılmakta. Bilemiyorum belki haklıdırlar ancak bunların söylenmesi için çok erken değilmidir? Oyuncu Türkiye'ye geleli yaklaşık 15-20 gün olmuştur ve sülüklerinde söylediği gibi maç eksiği vardır. Ancak Franklin Antalyaspor, Denizlispor ve Kayserispor gibi takımlardan çekinip onun maç eksiklerini Madrid maçlarında ya da BJK maçında mı gidermelidir? CV si herkesçe malum olan bir oyuncu için en azında beklenilmesi gerektiği ve Yaser, Hasan Kabze, Aydın Yılmaz Semih Şentürk gibi oyunculara verilen kredinin 1/10unun verilmesi gerektiği kanaatindeyim.
Medyamızın bu konulardaki tutumu açıkca pasaport ayrımı yaptığı ve birilerinin gelip birşeyleri değiştirmesinden korktuğu izlenimini vermekte. Açıkcası işini iyi yapamayan birisini hiçbir kulüp yada şirketin pasaportundan dolayı istihdam edeceğini sanmıyorum. Dolayısı ile belirli şartların karşılanması halinde futbolumuzun kapılarının herkese sonuna kadar açılması gerektiği fikrini taşımaktayım. Şu iyi bilinmeliki "iyi" her zaman "iyidir" eğer biz iyiysek kimseden çekinmemize gerek yoktur. Başkaları bizim "iyi" olmaklığımızı engeleyemez; en fazla daha "iyi" olmamızı sağlar.

February 13, 2010

Maç Toplantısı

Öncelikle Sergen Yalçın'a teşekkür etmeliyim. Sayesinde tekrar yazı yazma isteğim yerine geldiği gibi kendiside bana ilham kaynağı oldu. Bursaspor-Fenerbahçe maçından sonra reklam arası Ntvspor yapayım dedim. Tam açtığım sıradada Sergen Yalçın ve Mustafa Doğan'ın katılımı ile yayınlanan "Maç Toplantısı" başlamıştı. Birkaç sorudan sonra sıra Galatsaray'a gelmişti hatırladığım kadarıyla. Sergen "bey" başladı konuşmaya. Efendim bu Reijkard kim oluyormuşta, artık Türkiye ligine göre hareket etmeliymişte, gerçekleri görmeliymişte şeklinde cümleye girdi ve duracağı yoktu beygir mühendisi sergen'in Antalyaspor karşısındaki GSyi eleştirecekti ki gayet doğaldır herkes eleştirebilir ama eleştirmek için eleştirmek değildir doğru olanı. Neyse bizim beygir mühendisi kadrolar açıklandığında Galatasaray'ın turu kaybedeceğini anlamış; şöyleki kadrolar açıklandığında Servet Çetin'in yedek kulübesinde olmaklığı zaten GS'nin maça 1-0 yenik başlamasıymış. Herhalde bu adam önceki hafta oynanan Galatasary-Kayserispor lig maçı ve bir önceki akşamki kupa maçını izlememiş olmalıydı. Zira bu iki maçtada savunma bireysel olarak(takım savunmasını kastetmiyorum) belkide sezonun en iyi iki maçını çıkarmıştı. Özellikle Lucas ve Güngör'ün gerek birbirleri ile uyumu gereksede Servet gibi aldıkları istisnasız hertopu rakibe atma beceriksizliğini göstermemeleri takdire şayan idi. Fakat nedense bu beygir mühendisi ve bilumum İstanbul medyası Galatasaray'da olan biten herşeyi sorunsallaştırmakta elinden geleni yapıyor. Ertesi günkü gazetelerde ki isimlerini vermeyeceğim çünkü kötü reklamda reklamdır haliyle, Servet ve Franklin'in kavga etmesinden tutunda takımdaki Türk oyuncuların paralarını alamamaları, Keita'nın sezon sonu ayrılmak istemesi(Nonda gönderildiği için kırılmış) gibilerinden yüzlerce palavra. Artık ciddi anlamda işin cılkı çıkmaktadır. İlginçtirki bunların nedenini de pek anlamıyorum; her ne kadar medya partonları ve genel yayın yönetmenlerinin birçoğu FB'lide olsa sonuçta bu şekilde devam etmeleri halinde acaba bilmiyorlarmı tirajlarının azalacağını ve büyük tepki alacaklarını. Onun dışında bizim GS'li yazarların bir kısmıda özellikle Turgay Şeren-Ayı Gökmen gibi isimlerde ellerinden geldiği kadar GS yi kötülemekte ve iyi bir maç çıkarttığında adeta kahrolmaktalar. Bide bunların bi yabancı düşmanlığı var ki tamamen başka bi konu şimdi hiç açmaya gerek yok. Zaten yenilerden bahsetmeye gerek yok(küçükbaşla büyükbaş) velhasıl adamlar kafayı GS ile bozmuşlar ne yapacaklarını şaşırmışlardır. Herhalde bizede bundan sonra tırnak içinde spor programı izlemek haram oluyor. Kendi adıma ben bu adamları izlerken her ne kadar zaman zaman gülsemde sinir katsayılarım 1000le çarpılmakta maalesef. Sözün özü bunların alayını kibrit çalıp yakmalı....